Söyleyemediklerin


Aklına takılırsa bir gece yarısı söylenmiş eski bir şarkı

Aç pencereni ve seslen gökteki benzerin yıldızlara

Anlat derinden hüznünü

Sonrasında dön güzel rüyalarına

Sana benzetmelerim çınlasın rüyalarında kulağına

Ve nedenini sor kendine hiç nedensiz

Aşksız özlemsiz

Bu koyu kedere çaresiz bir elemde sen ekle

Unutucaksan beni yada unutmadıysan kendini

Bilki ey sevgili.!

Söyleyemediklerin söyleyemediklerimin küçük bir bedeliydi….

Müjdat Gezen….

bir tarzın olsun


Bir şarkın olsun. Senin olsun. Hayatına her giren insana “bu benim şarkım bak” diye dinlet. Bir gün o kişinin hayatından çıktığında bir radyoda denk gelirse, seni hatırlasın.

Tek bir parfümün olsun. Özdeşleşmek iyidir. Dünya bu illa ki bir tek sen kullanmayacaksın. Öyle bir sana ait olsun ki, bir yabancıda bile duysa “acaba burda mi” diye kokuyu duyanın gözü seni arasın.

Bir tane en yakın arkadaşın olsun. Sadece kötü günde değil, iyi günde de aradığın ilk kişi olsun. Birlikte düşün, birlikte kalkın. Birbirinizi toparlayın. Yaralarınızı sarın. Herkes gittiğinde “şanssızlığınıza” biraz gülün, biraz ağlayın.

Bir tane çok büyük aşkın olsun. Rakıya bahane olsun. Bir dönem çok sevmiş ol, bi dönem nefret etmiş. Her şey küllendikten sonra tebessümle hatırla. Biraz da bi yanın acıyarak. “O olsaydı nasıl olurdu acaba hayatım?” diye sorgulayarak. Artık bir şey hissetmesen de “başına bir şey gelse yine de ilk ben koşarım” diyecek kadar. Unutma, masallar mutlu sonla, efsaneler kavuşamamakla biter.

Bir evlat edin. Bir kedi olur, bir köpek de. Ama olsun. Kapılarını aç. Senden olmayan ama senin ilgine bakımına muhtaç bir kalbin atışlarını ellerinde hisset. Bir canlının hayatını değiştirmek acayip bir şey. Birinin kahramanı olmak istersen bundan büyük fırsat olamaz. Sevmek çok güzel. Hele bir de her koşulda sevilmek.

Bol bol kitap oku, biri seni derinden etkileyene kadar oku. Onu bulduğunda kimseyle paylaşma. O hikaye senin. Beğenmediğin sayfayı yırt sevdiğin yerleri yıldızlarla donat. Başucunda dursun. Belki bir gün biri gizlice o sayfaları keşfeder. Seni daha iyi tanıma imkanı olur.

Salaş bir restaurant edin. Patronundan garsonuna kadar tanı. Kafan mı bozuk, mekan dolu mu, sana yer açacakları kadar müdavimi ol. Bir masan olsun hep oturduğun. Bir başına gitsen bile başına bir şey gelmeyeceğini bil. Bir gün belki kapanır ya da yıkılır. Ama sen önünden her geçtiğinde “burda eskiden hep bi yerim vardı” dersin.

Bir hobin olsun. Kaçmak için. Hiçbir şey düşünmediğin. Dünyadan uzaklaşabildiğin. Onunla övün. En iyi yaptığın şey olsun. İnsanlar şaşırsın. Senin için çocuk oyuncağı olsun.

Bir şey iste. İmkansız olsun. Peşinden koş. Yorul. Defalarca vazgeç. Defalarca dene. Susmanın çaresizliğini de yaşa, bağırmanın da. Uykuların kaçsın. Düşündükçe saç diplerin bile uyuşsun. Her ne ise bu istediğin, aşk da olur iş de. Bağrına taş bas gerekirse. Yeter ki gece yatağına yattığında “ben elimden geleni yaptım” de. Bazen kazanamamış olsan da, yapabileceklerinin ya da bir şeyi delice istemenin limitini görmek de zaferdir.

Vakit ayırdığın bir ailen olsun. Yarın kaybettiğinde keşke daha çok zaman ayırsaydım demeyeceğin. Pişmanlık kötüdür. Bir daha geri getirmeye gücünün yetmedikleri içinse, işkence. Kıymetini bil. Yarın ne olacağı belli değil. Kalp krizi dediğin bir kaç saniye. Kalp kırma.

Sınırların olsun aşılamayacak. Duvarların olsun yıkılamayacak. Herkes bilsin. Ona göre davransın.

Bir alanın olsun metre karesi dert değil. Kapısını kapattığında gerçek sen olabildiğin. Dört duvardan birinin dibine çöküp ağlayabildiğin. Güçsüzlüğünü yaşayabildiğin. Sonra daha güçlü kalkabildiğin. Kaldığın yerden devam edebildiğin. İnsan en çok kendini özlüyor çünkü.

Bir sevdiğin olsun tabi. Belki hayallerindeki gibi olmaz koşullar ama bir şeyleri birlikte var etmenin tadı bi başka. Para amaç değil araç olsun mutluluğuna. Olmadığı zaman da elindekini cömertçe paylaşabil. En çok onla gül. Saatlerce muhabbet edebil. Birbirinize ulaşamadığınızda, “başka biriyle mi acaba” diye değil “başına bir şey mi geldi” diye endişelen. İlişkini başkalarıyla kıyaslama. Biri sevdiğini çok söyler, biri daha çok gösterir. Sen de biri eksikse bu seni daha az seviyor demek değildir.Telefon karıştırmakla ömür geçmez. Bir insan bir şey yapmak isterse yapar. Kalbin temizse, sen araştırmadan da karşına çıkar korkma. Sonuna kadar güven. Bir gün kırılırsa kalp yenisini inşa eder.

VE Kalbini temiz tut. Çevreni de. Unutma yaptığın her iyilik bir gün sana geri döner.

TOPLUMSAL HAFIZA’NIN YÖNLENDİRİLMESİ


Malûm CORONA yasakları ve sokağa çıkmak yasak haydi okuyun. Toplumsal hafızanın yönlendirilmesi ne demek? İnsanları bir düzen içinde yaşatmak için ille de onları kör ve ders alamayan bir dangalak yapmak gerekiyor mu? Bu düzen nasıl böyle kusursuz kuruldu?Müslüman toplumlar üzerinden anlatalım.

Bir sindirme hikayesi!.

Zamanla insanlar geniş bir alana yayıldılar. Ve her aile genişledi. Başlarında dedeleri, dedeleri öldüğünde babaları olan kalabalık aileler. Çokça erkek evlat sahibi olma hedefindeki aileler çünkü erkek evlat hem daha çok yemek ve genel olarak daha çok güç demekti. Peki aileler arasında rekabet? Sonraları insanlar kalabalıklaştıkça birbirleriyle sürtüştüler. Ailelerin yani aşiretlerin reislerinin birbirleriyle sürtüşmesi otomatik olarak ailenin diğer bireylerinin de sürtüşmesiydi. İlk savaşlar belki bir ağaç için belki bir hayvan içindi. Bu şu da demekti. Çokça erkeğe sahip olan aile diğerine üstünlük sağlayıp mallarına el koyabilir ya da bir anlaşmazlığı ortadan kaldırmak için buna kalkışabilirdi. Evet devletin kökeni ailedir. İlk aileler ilk devletlerdi. Fakat kalabalıklaştıkça artık mesele artık bir aile ile sınırlı kalabilir mi? İnsanlar birbirine karışmış olmasına rağmen hala aile mantığı sürebilir mi?

Bu insanları nasıl birbirine bağlayacaklardı? Peygamberlerinin getirdiği dinde ilah tek. Ama bu liderlerin işine yaramıyor. Çünkü toplumu bir arada tutmak istiyorsanız ya liderinizin üstün vasıfları olacak ya da üstün vasıfları olacak. Çünkü kimse zayıf birini izlemeyecek, onun için savaşmayacaktır. Liderler artık ilahtan güç bir kut aldıklarını iddia edeceklerdi.Hatta daha sonraları ilahlıklarını direkt ilan edeceklerdi.Peki halkın burda konumu ne? Lider liderliğini korumak için onlara yalan söylüyor. Halkın bunda bir çıkarı yoktu. Ama karşı koymadı. İnanmak kolaydı. Bazen geçip gitmiş atalarını ilah gibi öne sürerek arkasında gizli konuşan oldular. Güçlünün zayıfı ezdiği bir ortam. Güçlü olmak için kalabalık olmalısınız. Çok tarlanız çok hayvanınız olmalı. Maddi gücünüz de olmalıydı. İşte ilk devletler bu yöntemlerle ortaya çıkmıştı. Peki halk bunları anlayabiliyor muydu? Hayır. Eğer lider hakkında olumsuz bir şey söylerseniz sizi vatan haini kabul ederler ve lidere bırakmadan canınızı alıverirlerdi.Hiç değişen bişey görebiliyor musunuz? Onların sancakları da kutsaldı. Devletleri de kutsaldı Liderleri de. İnsanlar peki isyan ettiler mi? Bu isyanların büyük çoğunluğu yine Allah tarafından gönderilen peygamberlerin önderliğinde yaşanmıştı. İlginç değil mi? Hiç bunu fark etmemiştin belki.

En iyi örnekle anlatayım. Mısır devrinin süper güç devletiyken Yusuf peygamber, devletin dinini tevhide çevirmiş ve filistin yakınlarındaki babası Yakub’un ailesini Mısır’a getirtmişti. Bunu herkes bilir. Peki sonra ne oldu? Bir sonraki firavun eski putperestliği geri getirdi. İlerleyen zamanlarda da yakuboğulları çoğaldıkça ra’ya tapanlardan zulüm görmeye başladılar. Bir nevi suriyeli muamelesi gördüler. Tabi katmerlisi. Çünkü onlar zamanla köleleştirildiler. Fakat isyan akıllarında bile değildi. Musa peygamber yakuboğullarını ordan kurtarmak için gönderildi. Hem de firavuna(krala) en yakın olan bir kişi iken ona isyan etti. Bölücülükle suçlandı. Ona yakınlık gösterenler bile cezalandırıldı. Ayrıca ikinci bir sorun daha vardı. Yahudiler isyan etmekten it gibi korkuyordu. Fakat neticesinde Musa as Allahın yol göstermesiyle yakuboğullarını ordan çıkardı ve hürriyetlerini onlara geri verdi.Bakınız bu bir isyandır. Bu olayları hikaye okur gibi okuyorsunuz.

Daha farklı bir zaman dilimine gidelim mi? Emeviler nasıl? İslam aynen Musa as’ın yaptığı gibi isyan ve bölünmeyle yayıldı. Kan aktı. Fakat isyan başarılı oldu düzen değişti ve doğrusuyla yer değiştirdi.Sonra? Peygamber as aralarından ayrılınca kısa zaman sonra terse dönüldü. Eski Mekkeli yöneticilerin çocukları yine lider oldular. Nasıl? Çünkü isyan kültürü ortadan kaldırıldı ve itaat ile değiştirildi. Haksızlığa isyan bile dinden aforoza dönüştü. Halbuki dinin olayı haksızlığa sömürüye isyan etmekti. Ebu hanife gibi bir adam yaşadı ki bu adam muhteşem biridir. Bu gün hanefi olanlarla karıştırmayın.Tam bir haksızlığa isyan. Adam gibi adam. Emevi halifesi ne yapsa islam adına korkmadan tersi fetvayı verdi. Ne oldu? Halifenin yanındaki din adamları ona hain dedi, kırbaçlattı. En sonunda halife ebu hanifeye kadılık teklif etti. Ancak kabul etmedi. Sebebi ise zulmü onun eliyle meşrulaştırmasına müsade etmemesiydi.Ve bunun üzerine zehirlenerek öldürüldü. Halifenin yanındaki devletperest kadılar da derin bir oh çektiler. İşte o adam halkın o dönem kahramanıydı. Kim devletten bir zulüm görse yanındaydı. Haksızlığa halife de olsa karşı koyması dolayısıyla hem de.Şimdi? Hanefi diyorlar kendilerine utanmadan. Hanefi.En iyi öğrencisi Ebu Yusuf, Reddederek öldüğü kadılık görevine getirilmişti bile.

İnsanlığın tarihinde isyan hep kalkışmaktan korkulan birşey olmuştur. Kalabalıklaşamadan sindirilir ve birkaçına zarar verince diğerleri kendiliğinden korkup dağılırlardı. Hep böyle olmuştur.Başarılı olan isyanlar sınırlıdır. Fransız devrimi, lenin ve mao gibi.

1- devlet sandığınız şey değildir

2-haksızlık ve adaletsizliğe ses çıkarmanız sizin vazifenizdir. Eğer yapmazsanız sonuçlarına katlanırsınız.

3-Anarşi daima bir araçtır. Asla amaç olmaz. Anarşi yeni düzenin habercisidir. Zordur da. Her neyi istiyorsanız isteyin anarşisiz olmuyor.

Alıntıdır

Biraz sabır


Dikte ettirilen “yükselen değerler”, “in” ler, “out” lar…
Buna benzer bir odada, şanslıysanız gökyüzünü görebilen bir pencere ardında bitecek hepsi.
Dostluğu klavyelerinde, yaşamı monitörlerinde arayanlar,
Size sesleniyorum!
Hangi tuş daha etkilidir ki sıcacık bir gülüşten ya da hangi program verebilir bir ağaç gölgesinde uyumanın keyfini?
Copy-paste yapabilir misiniz dalgaların sahille buluşmasını?
İçinizi ısıtan gün ışığını gönderebilir misiniz maille arkadaşlarınıza?
Sevgiyi tuşlarla mı yazarsınız? Öpüşmek için hangi tuşlara basmak gerekir? Ya da geri dönüşüm kutusunda saklanabilir mi kaybolan zaman?
Doğayı bilgisayarlarına döşeyenler, neden görmezsiniz bahçedeki akasyanın tomurcuklandığını?
Ve ıslak toprak kokusu var mıdır dosyalarınız arasında? Koklamak, duymak, dokunmak, yok mu yaşam skalanızda?
Bilgi toplumu oldunuz da, duygu toplumu olmanıza megabaytlarınız mı yetmiyor?

Müşfik Kenter

Biraz sabır, bitecek bu evlere kapanmalar. O zaman tadını çıkaralım işte hayatın.

KAPLUMBAĞAYI ÖLDÜRMEK


İçimdeki bu sıkıntıyı bastıramıyorum, uzun zaman oldu. Hep geç kalmış hissi, hep yavaş hareket etmişim gibi bugüne kadar. Geçen vakitlerin, günlerin benden geçip gittiğini görmek, beni dipsiz bir kuyuya sürüklüyordu. Boşluğa düşüyordum ve bu boşluğu başka boşluklarla doldurmaya çalıştıkça, sonsuz bir döngü başlıyordu düşüncelerimde. Çünkü düşüncelerimde bir boşlukta gibiydi. Çok yavaş hareket ediyordu. Ben bu kadar yavaş hareket ederken ve dünyanın hızına yetişemezken, zaman gerçekten de ne kadar hızlıydı. Ne çok kitap yazıldı, hiçbirini okuyamadım. Çokça şiir, türkü söylendi, dinleyemedim bile. Bu yavaş hareketlerin sonucu neler yarattım diye baktım. Koskoca 5 yıl geçmiş, hem çok hızlı hem her şey çok yavaş. Ve ellerim hiç tutunamamış bu hıza. Bu yüzden avuç içlerim boş ve yumuşak. Oysa bu yumuşaklık, her dokunuşta bir yara bırakıyor bilmeden.
Rüyalarıma sığınmayı bıraktım. Rüyalarımı yazıp, not aldığım günlerde geride kaldı. Çünkü bir Adorno olmadığımı biliyordum. Yanlış bir yaşam mı doğru yaşanmaz yoksa doğru bir yaşam mı yanlış yaşanmaz, bilmiyordum. Hem her rüyamı olduğu gibi yazacak kadar cesaretli değildim. Kendi rüyalarıma bile sansür koyacak kadar, kaygı içinde yaşadığım zamanlardı. Yavaştım, korkaktım… bilmiyor, öğrenmek istiyordum. Ama gördüklerim sadece beni sarsıyordu. Öğrenmek bile acı vermeye başlar olmuştu. Bilgi güç değil acıydı. Hem belki de bilgiyi güç görenler yüzünden, hakikate ulaşmak isteyenler acıyla bir imtihan yaşamak zorundaydılar. Ben bir hakikat savaşçısı olmadım hiç. Olmak istediğim zamanlar oldu ama zamana ayak uyduramadım. Bu zamanın çok mu gerisinde yaşıyordum ben?

Gün geçtikçe sorularım çoğalmaya başlamıştı. Rüyalarımı da hatırlamaz olmuştum. Her şeyi not almaktan bıkmıştım belki de. Bir taşın içinde yaşıyordum. Ve yaşayabilmek için bu taşa anlam vermek zorundaydım. Bir zaman sonra taşın anlamı da kayboldu bende. Taş sadece taştı. Devrimci yönü vardı elbet taşın ama yaşadığım zamanın boğuculuğunda, taş artık sadece taştı benim için.
Gördüğüm rüyalarımı da unutmaya çalışıyordum. Çünkü onları yazacak kadar cesaretli değildim. Bunu dile getirmiştim. Ama bir kaplumbağayı öldürecek kadar cesaretli miydim? Ya da korkak? Ya da boşlukta? Bir kaplumbağayı öldürdüm, oysa ben o kaplumbağayı hiç tanımıyordum.
Kaplumbağa benim için sadece yavaş hareket eden, sert kabuğu olan bir varlıktı. Bana benziyordu birazda. Çünkü bende kabuk bağlamıştım. Ve bu kabuğun altındaki dünyaya kimsenin erişmesine izin vermiyordum. Başkalarının dünyasına girmekte artık cazip gelmiyordu bana. Kabuğuma çekilip, karanlık içinde hayaller kurarak yavaş yavaş ölümü bekliyordum. Çünkü her şey yavaş ilerliyordu bende. Evet her şey bende yavaş ilerliyordu yavaş yavaş bekliyordum ama ölüm aniden gelirdi.
Kaplumbağayı öldürerek kendi zamanımı mı öldürmüş oluyordum? Yani içimdeki bu yavaşlığı, bir kaplumbağayı öldürerek mi bitireceğimi düşündüm? Bir kaplumbağayı öldürmek neye çare olabilirdi? Kan aktı, ölüm yine var olduğunu gösterdi. Ne düşündüğümü bilmiyordum o an. Sert kabuğunun çatlaklarından akan kanı seyretmek bende hiçbir duygu uyandırmadı. Sadece düşündüm. Nasıl bu sert kabuktan kan akıyordu? Sanırım bu sert kabuğun altında, bir yaşam olduğunu anlayamamıştım. O zaman her şeyde bir yaşam olmalıydı. Şu taşın içinde bile bir devinim vardı o zaman. Ama taşı parçalasam kan akmazdı… Kan hem yaşamı hem ölümü simgeliyordu gözümde. İçimde zamana yetişememenin acısı hiç azalmadı, tam tersi kendimi daha da kaybettim. Kendimi kaybettikçe, kaplumbağayı daha çok kanattım. Bu bana bilmediğim bir zevk mi veriyordu, bunu hiç anlayamadım. Bu çelişkiyle yanıp kavruluyordum o an. Yine çelişki beni bulmuştu. Ya da ben kendim çelişkileri buluyordum.
Kaplumbağayı kendi evinin içinde öldürmüştüm. Evi paramparçaydı ve kan sızıyordu. Sert kabuğunun, sadece kabuk değil ev olduğunu ancak anlayabilmiştim. Onu evinin bir köşesinde sıkıştırmış ve canına kıymıştım. Oysa ben devlet falan da değildim. Bir sınır belirlememiştim ve kaplumbağa bu sınırı ihlal etmemişti. Hatta ben onun yaşam alanı içerisindeydim. Çok taşlıydı ama hiç mayın yoktu. O an tek mayın bendim sanırım. Kaplumbağa zamanıma basmıştı.
Bunları yazacak cesareti nasıl buluyorum ben. Rüyalarını yazamayacak kadar korkak biri nasıl olur… şimdi ben bir kaplumbağayı öldürerek, içimdeki bu yavaşlığı öldüreceğimi mi düşündüm?
Günler sonra ölüsüne dokundum, ayağımın ucuyla hem de. Paramparça oldu. Hala hayretle bakıyordu gözleri bana. Bak bir gün daha geçti ve sen hâlâ aynı yerindesin, hiçbir şeye yetişemedin daha çok gerilere bakmaya başladın, der gibiydi. Belki de konuştu benimle. Belki de rüzgarların getirdiği uğultulara ben anlam yüklemeye başladım. Çünkü gözlerimi kapatıp açtığımda, kaplumbağa ortalıkta yoktu. Sadece gözleri kalmıştı. Küçük, yeşil iki göz. Gözleri hep beni izleyecekti. Bana hep kaplumbağayı öldürdüğümü hatırlatacaktı. Bana hep anlatamadıklarımı hatırlatacaktı. Bir kaplumbağayı öldürdüm, oysa ben o kaplumbağayı hiç tanımıyordum. Sert bir kabuğu vardı ve çok yavaş hareket ediyordu. Sadece bunu biliyordum. Ben kendi zamanına yetişemeyerek bir mayına dönüşmüştüm yalnızlığımla. Mayına dönüşmüştüm yavaşlığımla. Ve kaplumbağa zamanıma basmıştı.
Bana bunları yazdıran hâlâ peşimde olan gözleridir belki de. Zamana yetişebilir miyim bir kere patladıktan sonra, hala bilmiyorum. Belki de mayın değil, kaplumbağa benim.
Rênas Roz – 28 Ekim 2019 / Hesekê

Platonun ünlü mağara alegorisi


Bir mağaranın içinde, dışarıdan gelen ışığa arkalarına dönük olarak ömürlerini geçirmiş olan insanların tek gördükleri önlerine vuran hayvan, insan ve nesne gölgeleridir.

Gerçek formunu hiç görmemiş bu insanlar için tek gerçeklik bu gölgelerdir. Hapis olan kişilerden biri bir gün aniden serbest kalır.

Mağaranın dışındaki dünya ile karşılaşır. Tamamen ışık ile yani gerçek ile tanışan bu kişinin gözleri neredeyse körlük yaşar.

Zamanla şimdiye kadar gerçek sandığı gölgelerin aslında gerçek olmadığını ve gerçeklerin birer karanlık yansıması olduğunu anlamaya başlar.. Hayatın gerçeğini anlayan bu kişi mağaraya dönüp diğer insanlara gölgelerin sahte olduğunu ve asıl gerçeğin dışarıda olduğunu anlatmaya çalışır. Ancak dışarıyı hiç görmeyen bu insanlar anlatılanı idrak edemezler ve kızgınlıkla karşı çıkarlar… Platon, mağara alegorisi yani benzetmesinde bir şeyleri anlamaya başlamış olan filozofların bunu halka anlatamayışını örneklemek istemiştir.

Bu metafor günümüz dünyası ve düzeni içinde hala geçerlidir. Çünkü insanlar anlayabildikleri kadarını kabul edip kendi anlayışlarının ötesinde anlatılanları kabul etmezler. Bu yüzden gerçekleri anlatanlar bir şekilde toplum içinde baskı altına alınır.

Işığı-gerçeği görmek doğruyu duymak rahatsız edicidir. Bu yüzden zihin karanlığı ve esareti seçer. Cahillik mutluluktur..Gerçek ile yüzleşmek ve özgür olmak cesaret ister.

Herkesin bir gün mağaradan çıkabilecek kadar cesur olması dileğiyle.

Hayata dokunmak 


Bir insanın hayatını avuçlarının arasına almak nasıl bir duygu, nasıl bir sorumluluk tahmin edebilir misiniz? Ya bunu tüm yaşamı boyunca yapanlar, yapacak olanlar neler hisseder, yaşar? Siz kendinizde bir rahatsızlık farkettiğinizde bunun adının konması ve bir an önce sağlığınıza kavuşmak için çalabileceğiniz kapı neresi? Siz hiçbir şey farketmeseniz de olabilecek hastalıkları önceden düşünüp tarama, koruma programları planlayan kim düşündünüz mü? 

O herhangi bir tedaviden önce sizi bilgilendirmek için anlatılan ve imzalatılan formlar var ya, sizi herhangi bir tehlikeden korumuyor. Koruyacak ve sizinle yanınızda savaşacak olan doktorunuz. Kabul etmemeniz sadece sizi sorumlu kılar, etmeniz ise doktorunuzu büyük bir yükün altına sokar. Sizin canınızı koruma yükü. Bunu bir insan neden yapsın ki sizin için, hiç düşündünüz mü? 

Doktorlar kavga etmeyi bilmez. Bu onlara öğretilmez çünkü uzun eğitim süreleri boyunca. Onlara sadece çok büyük bir yükü nasıl omuzlayacakları ve duygularını belli etmeden nasıl katı olabilecekleri öğretilir. Ama şunu anlamalısınız ki bizler iki kişilik üzülürüz ve yine iki kişilik seviniriz sizinle birlikte. Katı olmak zorundayız çünkü sizin için çözüme kavuşup biten bir sağlık sorunu, bir başka hastada bizim için yeniden başlamaktadır. 

Sağlık için savaşanların kendilerini korumak için de savaşmayı öğrenmeleri ne kadar sıkıntılı bir durum farkında mısınız? Siz mecbursunuz bunu anlayın artık, onlar sizi mutlaka kurtaracak ve iyileştirmeye mecbur kişiler değil. Sadece insan onlar, eğitim görmüş ve yardımcı olmak için ellerinden geleni yapmaya ve sır tutmaya yemin etmiş insanlar. Ya onlarla iyi geçinecek sağlığınıza kavuşmak için birlikte savaşacaksınız, ya da sadece vakit kaybedeceksiniz 

Bugün, hiç olmazsa bir gün bunları düşünün. Yoruluyoruz gerçekten. Ruhumuz, bedenimiz, beynimiz yoruluyor. Yarın yine sağlığınıza kavuşmak için buyrun  gelin. Sabah hergün olduğu gibi iyi başlayacağız biz. Yormayın bizi. 

offdedimsize

öncelikle kendime, sen istersen sana da.

Don Charisma

because anything is possible with Charisma

Raskolnikov Sibiryası

Hayat acı vericidir, hayat korku doludur ve insanoğlu mutsuzdur. İnsanoğlu hayatı seviyor. Acıyı ve korkuyu sevdiği için hayatı seviyor. Yaşamak acı ve korkunun karşılığında verilmiştir bize. En büyük aldanmamız budur. İnsanoğlu benliğini henüz bulamamıştır. Onun için yaşamak ya da ölmek fark etmeyecektir. Dostoyevski - Ecinniler

Virginia Woolf

Herkes kendi geçmişini, kalbiyle bildiği bir kitabın sayfaları gibi kapalı tutar ve dostları sadece onun başlığını okuyabilir.

Temel Konuk

İnsan, her yaşın acemisidir. - Amine Gzat

Meral Meri

En içten gerçek bile hak ettiği yerde değildir. Biraz teselli isterseniz, kendilerine yarattıkları sahte dünyaya iyi bakın derim. Meral Meri

kulaktan dolma tarifler

yediklerim-içtiklerim-pişirdiklerim, gramsız, kulaktan dolma

BİRTAKIM YAZILAR

''Okumadığın gün karanlıktasın.''